İbni Battuta ve Seyahatnamesi

İbni Battuta ve Seyahatnamesi

Seyyahlar şehirlerin birincil kaynaklarından biridir. Çünkü onların gözlemleri, tanıklıkları ve izlenimleri olmasaydı; bir toplumu, bir kültürü ve bir dönemi anlamada ciddi zorluklar çekerdik. Onlar bir zaman dilimindeki malzemenin bize ulaşmasının baş unsurlarıdır. Hatta kimi zaman resmi tarih anlayışının sarsılmasına, genel geçer zaman ve mekân anlayışlarının tartışılmasına zemin oluştururlar. Her ne kadar bazıları seyyahların ön yargılı ve manipülatif tutumlar sergileyeceklerini söyleseler de, çoğu zaman resmi devlet tarihçilerine göre daha objektif oldukları muhakkaktır. Tabi bu arada seyyahlar ile casusları birbirinden ayırmak gerekmektedir.

Arap seyyahlar ve tacirler olmasaydı Orta Asya Türk tarihi bu denli bilemeyecektik. Marco Polo’nin gezileri, Evliya Çelebi’nin okurken bitmeyecek sandığınız yolculuğu olmasaydı, tarih, gelenek, kültür ve sanat elbette ki eksik kalacaktı. Her şeye rağmen, sömürgeci ajanların, misyonerlerin, casusların manipülatif ve ön yargılı da olsa raporları ve notları iyi bir kritikten geçirilmek kaydı şartıyla önemlerini kaybetmez. İster bireysel anlamda seyyahın tercih – leri sonucu gerçekleşen yolculuklar ve eserleri, ister casusların ve misyonerlerin yolculukları seyahatnameler örneği anlamında şehir tarihlerini yazarken asla göz ardı edilemez. Bunun içindir ki bir mekânın, bir şehrin, bir kültürün tarihi yazılırken seyahatnameler birincil ve başucu metinlerimiz olacaktır.

Batı’da seyahatnâme türünün ilk örnekleri arasında Roma döneminin Yunan tarihçi ve coğrafyacısı olan Strabon {M.Ö. 64 – M.S. 24} ve M.S. 2. yüzyılın sonlarında yaşamış meşhur Yunan gezgin ve coğrafyacı Pausanias gibi seyyahların Antik Çağ ülkelerinin insanları ve inanışları üzerine yazılan eserleri sayılabilir. Marko Polo’nun 13. yüzyılın sonlarına ait gezi yazıları ise hem Türk tarihi hem de Doğu tarihi açısından ilk seyahatnâmeler arasında sayılır. Batı tarihi açısından ilk seyyahlar genellikle Kilise/Din eksenli yapılan misyonerlerin gerçekleştirdiği seya – hatlerdir. Dolayısıyla seyyahların tarihi yazılırken, misyonerlerin gezileri kesinlikle atlanmamalıdır. Türkler tarafından kaleme alınan ilk seyahatnâmeler genellikle Farsça yazılmış eserlerdir.

Türk edebiyatının ilk seyahatnameleri arasında Farsça yazılan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın “Acâibü’l Letâif” adlı kitabıyla Ali Ekber Hatâî’nin 1515 yılında yazdığı “Hıtâînâme” adlı kitabı sayılabilir. Seyyahlar aynı zamanda bir kültürü, geleneği veya ilmi de taşıyan insan – lardır. Onların gittiği ülkelerde gör – dükleri, kendi ülkelerine taşıdıkları aynı zamanda bir bilginin ve kültürün transferi bakımından da çok önemlidir. Bazı ülkelerdeki pek çok yeniliklerin ortaya çıkmasında seyyahların önemli etkisinin olduğu muhakkaktır.

Bir seyyah vasıtasıyla bir zaman dili – mindeki insanların geleneklerini, sanatlarını, kültürlerini, adet ve alış – kanlıklarını öğrenebiliyoruz. Nasıl düğün yaparlar, cenazelerini nasıl defnederler, neler yerler, şehirlerini nasıl oluştururlar, sokakları nasıldır, neler giyerler, kadınları, erkekleri ve çocukları nasıldır, okulları ve ilim anlayışlarının genel durumu, mabetleri ve din anlayışı bizim seyyahlardan öğrendiğimiz temel izlenimlerdir. Seyyahların bizim üzerimizdeki en önemli etkilerinden biri de şüphesiz ki kendi gezilerimizde, bir mekânı nasıl algılayacağımız, bir şehri nasıl gezeceğimiz ve bir zaman dilimini nasıl yorumlayacağımız ile ilgili olanıdır. Bir anlamda bizler bizden önceki seyyahların tecrübelerinden faydalanarak gezimizi daha anlamlı kılmaya çalışırız. Bu anlamda gerek bizim tarihimiz ve coğrafyamız ve gerekse dünya tarihi bakımından şüphesiz ki en önemli seyyahlardan birisi İbni Battuta ve en önemli seyahatname de onun Rıhle isimli eseridir.

İbni Battûta’nın, 14. yüzyılda yaklaşık 28 yıl süren dünya turu sırasında gezip gördüğü yerleri yazdığı ve İslam tarihinin ve kültürünün ilgili dönem hakkında yazılı olarak ayrıntılı bilgiler sunduğu Rıhle’nin tam ismi Tuhfetu’n-Nuzzâr fî Ğarâibi’l-Emsâr ve’l-Esfâr ‘dır. Bilindiği gibi Müslüman seyyahların en meşhuru, Şemseddin {1304–1368} olarak da bilinen İbn Battûta’dır. O, Berberi-Faslı Müslüman bir seyyahtır ve gezdiği yerleri seyahatnamesinde anlatmaktadır.

İbni Battuta otuz yıllık bir süre içinde, İslam dünyasının pek çok yerini olduğu kadar, Müslüman olmayan yerleri de gezmiş, Kuzey Afrika, Batı Afrika, Güney Avrupa, Doğu Avrupa, Güney Asya, Orta Asya ve Çin’e değin pek çok yeri gezmiştir. Bu gezileriyle, yakın-çağdaşı Marko Polo’nun üç katı yere seyahat ederek onu geçmiştir. Bu yüzden İbni Battuta, tüm zamanların en büyük seyyahı olarak kabul edilir. Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed b. İbrahim, 17 Recep 703/25 Şubat 1304’te Fas’ın Tanca şehrinde doğmuş; 770/1368’de Tâmesna-Merrâkeş kadısı iken vefat etmiştir. Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olup Berka’dan Tanca’ya göçenlerdendir. Edebiyat, fıkıh gibi dönemin önemli ilimlerinde sivrilmediği için çağdaşları arasında sadece Lisanüddîn İbnü’l-Hatîb, {İbnü’lHatîb, 1424: c. 3, s. 206} İbni Hacer {İbni Hacer, 1972: c. V, s. 227} ve İbni Haldûn {İbni Haldûn, 1988: c. 1, s. 227} ondan bahseder.

Ancak seyahatnamesi sayesinde dünya tarihinin en çok tanınan gezginlerinden olmuştur. İbni Battûta seyahatlerine 22 yaşında bir genç olarak başlamıştır. {Aykut, 2000: s. XXII} İlk defa hac maksadıyla Hicaz’a doğru yolculuğa çıkmış, İskenderiye’ye kadar uzanan bu seyahatinde uğradığı yerlerde İslâmî mevzuları bilen bir zat olarak halkın ve belde ileri gelenlerinin iltifatlarına mazhar olması, onda devrinin İslam dünyasını tanıma merakını uyandırmış, maceracı ve araştırıcı ruhunu kamçılamış, böylece çeyrek yüzyılı aşan seyahatleri ile Mısır, Suriye, Arab yarımadası, Irak, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Kuzey Türk illeri, Doğu Asya, Hindistan, Çin, Endülüs ve Sudan gibi ülkeleri görmüş, tanımıştır. İbni Battuta’nın Anadolu başta olmak üzere İslam coğrafyasını gezdiği dönem, sosyal anlamda kaosun henüz bitmediği bir dönemdir. Bu anlamda verdiği bilgiler gerçekten tarihi anlamda da önemlidir. Bunun içindir ki onun kitabı bilinmeden Anadolu’nun ve İslam dünyasının sosyal tarihi eksik kalır. İbni Battuta’nın gittiği her yerde önemli bir insan muamelesi görmesi, şüphesiz ki onun ilimdeki derinliği ve maruf bir insan olmasıyla ilgilidir.

Kendi seyahatnamesinden anladığımız kadarıyla derviş gibi giyinen, sufi meşrepli bir insandır. Nitekim giyimi kuşamı açısından bakıldığında bir dervişi andırır. Belki de bu niteliğinden dolayı gittiği her ortamda, yani tanınmadığı yerlerde bile güven vermiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, sufilere ve zahidlere karşı özel bir yakınlığı vardır. Seyahatlerinde mutlaka sufi grupları ziyaret etmiş, onların misafirleri olmuş, onların hankahlarında, tekkelerinde veya zaviyelerinde kalmıştır. Onun eseri görülmeden Anadolu tasavvuf tarihinin sosyal karakteri eksik kalır. Hatta onun yolculuğundaki mihenk taşları, isimler dikkatli olarak incelenirse belirli şeyhler ve sufiler ekseninde yapılmış bir yolculuktur denilebilir. Kitabının ismiyle de müsemma, o bu seyahati ile aynı zamanda bir mana yolculuğunu da yapmıştır.

ANADOLU İZLENİMLERİ

1302’de Tanca’dan yola çıkan İbn Battûta pek çok yöreyi dolaştıktan sonra Lazkiye üzerinden Anadolu’ya ayak basar. 1332 yıllarında Anadolu’ya ayak bastığı söylenir. Anadolu’daki ilk izlenimleri oldukça etkileyici ve önemlidir. “Elverişli bir rüzgarla on günlük bir seyahatten sonra Anadolu’nun ilk şehri olan Alâyâ[Alanya]’ya ulaştık. Yolculuğumuz sona erince gemi sahibi bizden “navl” almadı. İkramdan saydı bu yolculuğu… Rum diyarı diye bilinen bu ülke, dünyanın belki en güzel memleketi! Allah Teâlâ güzellikleri öbür ülkelere ayrı ayrı dağıtırken burada hepsini bir araya toplamış!

Dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı burada yaşar.” İbni Battûta, gezisi sırasında Antalya civarındaki “ahi”lere de misafir olur. İbni Battûta’nın anlattığına göre “ahiler” hafta boyunca kazandıklarını getirip “lonca” başkanına vermekte ve o sırada misafirleri olan kişilerin yemeklerini de sağlamaktadır. Bu arada bir ahı da, Battuta’yı evinde yemeğe davet eder. Antalya’dan sonra gittiği Burdur’da da ahılar onu bir bağa davet eder, kurbanlar keserek ziyafet verir.

Battuta, Ramazan ayında da Ekrîdur [Eğirdir]’a hâkim olan Dündâr Bek oğlu Ebû İshâk Bek’in misafiri olur. Burada bir iftar vaktini şöyle anlatır: “[Bek], Ramazan gecelerinde üzerinde minder veya döşek bulunmayan bir kilime oturur, büyücek bir yastığa yaslanırdı. Yanında fıkıh bilgini Muslihiddîn yer almaktaydı. Ben fıkıh bilgininin biraz ötesinde oturmaktaydım. Daha ötede ise beyliğin ileri gelen memur ve kumandanları oturmaktaydılar. Biz böyle otururken yemek getirilirdi; küçük tabaklara konmuş, şeker ve yağla ezilmiş, mercimekten yapılma ‘serîd’ [tirit] ilk servisti. Onlar ‘uğurlu olur’ diyerek oruçlarını tiritle açarlar. Bu iftarlığın Peygamberimiz … tarafından diğer yemeklere tercih edildiğini ileri sürerek şöyle diyorlar: ‘Biz onun güzel âdetine uyarak yemeğe tiritle başlıyoruz!’ Bunun arkasından öteki yemeklere geçerler”. Konya’yı gezerken Mevlana’dan Şair Şeyh olarak söz eder.

İbni Battûta, daha sonra Kaysârya[Kayseri]’ya doğru yola koyulur. Rıhle’de Anadolu’nun o günkü durumu hakkında zengin bilgiler vardır. Beyliklerin iç anlaşmazlıkları, Umur Bey’e karşı düzenlenen Haçlı saldırıları, Alanya’nın uluslararası bir liman oluşu, Germiyanoğullarına karşı hissedilen güvensizlik, Eretna Devleti’nin refahı, Sinop’un stratejik önemi, Erzurum ve Erzincan’da birbirleriyle çarpışan Türkmen oymakları, Anadolu’da Hanefi mezhebinin yaygın oluşu, İlhanlıların Anadolu siyaseti; Emir Çoban ve Çobanoğlu’nun siyası ihtirasları hakkında İbni Battuta birinci el kaynaklardandır.

Battuta, “Dünyada bir eşi daha bulunmayan bir cemiyet” olarak nitelendirdiği Ahilerin, Türkmenlerin yaşadıkları her yerde bulunduğunu ve bekâr ve sanat sahibi gençlerin oluşturduğu bir tür cemiyet olduğunu söyler. Ahilerin birbirleriyle çok sıkı bir dayanışma içerisinde olduklarını ve her birinin halk içinde itibarlı bir mesleği olduğunu söyleyen Battuta, ayrıca Ahilerin memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterdiklerini, onların yiyecek ve içeceklerini temin ettiklerini ve misafirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için ellerinden geleni yaptıklarını söyler.

Battuta, Ahilerin “Memleketlerine gelen ve giden yolculara yakın ilgi göstermek, şefkat ve iltifatta bulunmak bakımından onlardan daha ileri” olduklarını belirtir. Battuta, Ahilerin yaşadıkları bölgede istikrarın ve güvenliğin sağlanmasında da önemli rol oynadıklarını ekler. Bu dönem Anadolu’sunda güçlü bir merkezi iktidar olmadığından, Ahiler kentlerde bir takım kamu hizmetlerini de üzerlerine almışlar ve politik bir güç olmuşlardır. “Ahiler yaşadıkları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara iltihak edenleri tek tek ortadan kaldırırlar.” “Ahilerin bir araya gelerek oluşturduğu bu cemiyete Fütüvve {Gençlik} adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise getirirler. Bu para ile yiyecek-içecek ve zaviyede sarf olunan diğer ihtiyaç maddelerini satın alırlar. O gün yörelerine bir misafir gelirse onu zaviyelerinde ağırlar ve ortak sermayeleriyle aldıkları bu yiyeceklerle kendisine güzel bir ziyafet çekerler. O kimse yöreden gidinceye kadar onların misafiri olur. Konuklarını uğurlarken arkasından raks eder ve nağmeler söylerler.”

“Ahiler yörelerine yabancı bir misafir gelmediği zamanlarda da birbirlerinden kopmazlar, yine zaviyelerinde toplanıp yemek yerler. Sabahleyin düzenli olarak işlerine gider, gün içinde kazandıklarını ikindiden sonra getirip reislerine verirler. Bunların reislerine verdikleri paraya fityan denilir. Ahi cemiyetin olduğu gibi aynı zamanda reisin de ismidir.” Dönemin toplumsal ve dini hayatını bize yansıtan İbni Battuta’nın verdiği bilgiler, özellikle dönemin dini tarihini araştıran tarihçiler ve sosyologlar için birincil kaynaktır.

Anadolu ile ilgili olarak verdiği bilgilerde Anadolu halkının Ahi ve Hanefi kimliğinin altını çizmesi özellikle Anadolu’nun o dönemini heterodoks olarak kabul etmeye meyilli tarihçiler tarafından görmezden gelinir. İbni Battuta’nın eseri sadece Türk ve İslam sosyal tarihi açısından değil, İslam dünyası dışında gezdiği toplumlar açısından da önemli izlenimlerde doludur. Hindistan’la ilgili kısımda ölü yakma merasimine yer verilmiş, İran’ın Firuzan şehrinde cenaze merasiminin düğün havasında cereyan ettiği belirtilmiş, İyzec’de cenazenin tam bir matem havasında kaldırıldığı; cemaatin perçemlerini keserek çığlık attıkları anlatılmış, Anadolu’nun Mudurnu yöresinde mezarların üstüne -uzaktan bakınca evi andıracak şekilde- tahta çatılar kondurulduğuna değinilmiş, Sinop’ta cenaze kaldıranların başlarını açtıkları ve giysilerini ters çevirdikleri kaydedilmiştir.

Moğol kökenli Çin kağanlarının cenazesinde hizmetçi ve cariye tayfasından bir grup insan diri diri gömülmekte; Maldiv adalarında katil bulunup öldürülmeden maktülün cenazesi kaldırılmamaktadır. İbni Battuta’nın seyahatnamesi bazı talihsizliklerle de karşılaşmıştır. Hindistan’da yaşadığı bir soygun olayında eserin ilk nüshası çalınmış ancak kendisi daha sonra eserini yolculuk esnasında yeniden yazmıştır. Hatta bir başka rivayete göre de seyahat ettiği bir geminin batması sonucu bu kaybedişin iki kez olduğu da söylenir.

Şu andaki mevcut eser ise onun hafızasında kalan olayları, memleketine döndükten sonra kâtip İbn Cüzey el- Kelbi’ye aktarması ve İbn Cüzey’in bazen ihtisar edip bazen küçük ilavelerde bulunmasıyla meydana gelmiştir. Dolayısıyla Seyahatnamesi tarihçiler tarafından yer yer tutarsızlıkla suçlanır. Battuta’nın seyahati esnasında altmış kadar hükümdar, iki yüz civarında devlet adamı ve iki bin kadar âlimin mezarını ziyaret ettiğini seyahatnamesinden biliyoruz. Bunun gibi daha pek çok tarihi, coğrafi ve kültürel bilgi bakımından Rıhle, bir şehir tarihçisinin, bir sosyoloğun veya seyyahın göz ardı edebileceği bir metin değildir. Rıhle aynı zamanda günümüz seyyahları açısından da önemli bir örnektir.

MUSTAFA SÖĞÜT