ABD’nin ilk deniz aşırı savaşı Osmanlı ile

Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihinden bahseden birçok yazıda iki devletin tarihleri boyunca birbirleriyle hiç savaşmadıkları bilgisi yer alır. Cumhuriyet devri için geçerli olan bu bilgi, Osmanlı dönemi için yanlıştır. Üstelik ABD’nin 1801-05 yılları arasında ve 1815’te Osmanlı Devleti’ne bağlı Garp Ocakları ile yaptığı savaşlar, kendi askerî tarihleri açısından -deniz aşırı ilk çatışmalar olmaları hasebiylehususî bir önem taşır.

Cezayir, Trablus ve Tunus’tan müteşekkil Garp Ocakları 18. yüzyılın ortalarından itibaren Dersaadet’ten yarı bağımsız şekilde yönetilmeye başlamışlardı. “Dayı” adı verilen yeniçerilerin idareci oldukları bu bölgeler iç işlerinde olduğu kadar yabancı ülkelerle ilişkilerinde de kendi başlarına hareket edebiliyorlardı. Cebel-i Tarık Boğazı yakınından geçen ticaret gemilerini ele geçiriyor, karşılığında fidye alıyorlardı. Bu korsanlık faaliyetine maruz kalmak istemeyen yabancı devletler Garp Ocakları ile anlaşma yapmayı ve yıllık haraç ödemeyi tercih ediyorlardı. Koloni döneminde İngiltere’nin Garp Ocakları’yla ilişkilerinin sağladığı güvenceyle Kuzey Afrika kıyılarında ve Akdeniz’de rahatça seyreden Amerikan tacirleri ABD’nin bağımsızlığını müteakip bu korumadan mahrum kaldılar.

Cezayir, Trablusgarp ve Tunus korsanları yeni bağımsız olmuş ABD’nin ticaret gemilerini ele geçirerek sahiplerinden fidye talep etmeye başladılar. Bu durumu ortadan kaldırabilmek için ABD “Berberi Kıyıları” olarak isimlendirdiği Garp Ocakları ile anlaşmalar yapmak zorunda kaldı. ABD’nin, 1795’te Cezayir’le, 1796’ta Trablus’la, 1797’de Tunus’la imzaladığı anlaşmalar birbirine benzer hükümler taşıyordu. Garp Ocakları ABD gemilerine saldırmayacak, Amerikalılara uygulanacak gümrük vergisi Avrupalılarla eşit olacak, ABD’nin Garp Ocakları’nda konsolosluk açması sağlanacaktı. Anlaşmalarla ABD Garp Ocakları’na yıllık vergi (haraç) ödemeyi kabul etmekteydi. Anlaşmalarla sağlanan barış döneminde Osmanlı-Amerikan ilişkileri açısından önemli bir gelişme yaşandı. 1800’de ABD’nin yıllık vergisini Cezayir’e getiren Kaptan William Bainbridge idaresindeki George Washington savaş gemisi, Cezayir Dayısının ısrarıyla Cezayir’in Osmanlı Devleti’ne gönderdiği elçi heyetini İstanbul’a taşıdı.

Gemi Aralık 1800’de İstanbul’a vardı. Gemi kaptanı ile Osmanlı makamları arasında yapılan görüşmeler tarafların ilk doğrudan temasları olarak tarihe geçti. Öte yandan, kendisine ödenen vergiyi yeterli bulmayan Trablusgarp Dayısı Yusuf Paşa 1801’de ikili anlaşmayı feshederek ABD’ye savaş ilan etti. Bunun üzerine ABD bir yandan savaş gemileriyle Trablus limanını ablukaya alırken, diğer yandan da Yusuf Paşa’yı devirip yerine kardeşi Hamid Paşa’yı getirmek için Trablusgarp’ın içişlerine doğrudan müdahil oldu. Amerikan savaş gemilerinin verdiği destekle Hamid Paşa’ya bağlı birlikler Derne’yi ele geçirdi. Bu gelişme karşısında Yusuf Paşa ABD ile barış yapmaya mecbur kalmıştır. Sonraki dönemde ABD’nin Cezayir’e ödediği verginin miktarı yüzünden anlaşmazlıklar yaşandı. Görüşmeler neticesinde anlaşma sağlanamayınca 1815’te ABD Kongresi Cezayir’e savaş ilan etti. Akdeniz’e gönderilen güçlü ABD donanması karşısında tutunamayan Cezayir, yıllık vergi ödenmesi uygulamasına tamamen son veren bir barış anlaşması yapmaya ve ABD’ye savaş tazminatı ödemeye mecbur kaldı. Trablusgarp ve Tunus da bu anlaşmaya uydular. Böylece ABD daha önce vergi ödediği Garp Ocakları’ndan karşılıksız ticarî ve adlî kapitülasyon hakları elde etmeyi başarmış oldu. Amerikan Deniz Piyadeleri’nin marşında yer alan “Trablusgarp Kıyılarına” (To the Shores of Tripoli) ifadesi ABD’nin Garp Ocakları’yla savaşlarına bir göndermedir.

Savunma sanayiinde işbirliği

Amerikalı denizcilerin Osmanlı limanlarındaki alışverişleri 19. yüzyılın başından itibaren arttı. Ticaret hacminin artmasıyla birlikte ABD, Osmanlı liman şehirlerinde konsolosluk açmak için girişimlerini hızlandırdı. Konsolosluk açılabilmesi için iki devlet arasında ticaret anlaşması bulunması gerekiyordu. ABD bu yolla kapitülasyon elde etmenin peşindeydi. Osmanlı, iki ülke arasındaki mesafenin uzak oluşundan, İngiltere ile ABD arasındaki ilişkilerin gidişatının ne olacağı bilinmediğinden, yeni bir ülkeye daha düşük gümrük tarifesi avantajı vermek istemiyordu. Bu yüzden uzunca bir süre bu teklifleri reddetti.

1827’de Osmanlı-Mısır ortak donanmasının Fransız-İngiliz-Rus ortak filosu tarafından Navarin’de imha edilmesinden sonra, Osmanlı ABD’yle bir anlaşmaya sıcak bakmaya başladı. Zira yakılanların yerine ABD’nin yardımıyla yeni savaş gemileri inşa edilebileceği düşünülüyordu. Nitekim Osmanlı-Amerikan Ticaret ve Seyrüsefain Anlaşması’nın görüşmeleri sırasında Osmanlı tarafı bu talebini net biçimde dile getirmiştir. Müzakereler sonucunda 7 Mayıs 1830’da (14 Zilkade 1245) imzalanan dokuz maddelik Osmanlı-ABD Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’na bir hafî (gizli) madde de eklendi.

Bu maddeye göre Osmanlı Devleti’nin talebi halinde İstanbul’daki ABD diplomatik temsilcisinin istenilen cins ve boyuttaki savaş gemisinin fiyatını ve inşa süresini bildirmesi, teklifin uygun bulunması halinde iki taraf arasında sözleşme yapılarak ücreti mukabilinde savaş gemilerinin ABD tarafından Osmanlı’ya teslim edilmesi öngörülmüştü. Anlaşmanın dokuz maddesi ABD Senatosu tarafından onaylanırken, gizli madde reddedildi. Senatörlerin çoğunluğu Osmanlı’ya savaş gemisi satılmasının, ABD’nin 1823’te Monroe Doktrini ile kabul ettiği Avrupa işlerine karışmama siyasetine aykırı olduğunu düşünüyordu. Ayrıca azımsanmayacak sayıda Yunan-sever (Filhelen) senatör de gemi satışına karşı çıktı. Bu durum İstanbul’da hayal kırıklığına yol açtı. Konuyu Saray’a bir telhisle intikal ettiren sadrazama, Sultan II. Mahmud’un verdiği cevap tarihe not düşecek niteliktedir: “Frenklerin âdetleri kendülerinin mukaddemâ söyledikleri sözden nükul etmeğe asla utanmazlar.”

Böylece sırf gemi alabilmek için ABD ile yapılmış bir anlaşmanın varlık sebebi ortadan kalkıyordu. Sultan II. Mahmud’un bu durumda anlaşmayı onaylaması mümkün değildi. ABD yönetimi Senato’nun tutumunun doğurduğu tıkanıklığı aşmak için bir girişimde bulundu. Henry Eckford adlı bir New Yorklu gemi mimarı, kendi inşa ettiği United States adındaki savaş gemisiyle İstanbul’a geldi. Amacı onu burada satmaktı. ABD Dışişleri ısrarla bunun kendi resmî politikaları değil, Eckford’un şahsî girişimi olduğunu söylese de, aslında gelişmeden memnundu. Hatta Elçi Porter, reisülküttaba bir mektup yollayarak bu satış işleminin ardından başkalarının da olabileceğini söylüyordu. Bunun üzerine II. Mahmud anlaşmayı onayladı. Ardından da Osmanlı Devleti Eckford’un gemisini satın aldı. Dahası Eckford ile Tersane-i Amire’de Amerikankâri gemiler inşa etmesi için bir sözleşme imzalandı.

1832’de ABD’den getirdiği ustalar ve işçilerle birlikte Aynalıkavak’ta kendisine tahsis edilen tersanede çalışmaya başlayan Eckford daha ilkgemisini suya indiremeden tifodan öldü. Yerine ustabaşısı Amerikalı Foster Rhodes geçti. Rhodes 1840’a kadar 10’dan fazla savaş gemisini tamamlayarak donanmaya teslim etti.

Bu tarihten sonra 1870’lere kadar Osmanlı-ABD savunma sanayii işbirliği bir müddet kesintiye uğradı. 1870’lerde Amerikalı kara silah üreticileri, Osmanlı ordusunun en önemli tedarikçileri arasına girdiler. Osmanlı-Alman yakınlaşmasına bağlı olarak 1880’lerde onların yerini Almanlar alacaktır.

II. Abdülhamid ve ABD

1830’dan sonra artan ve çeşitlenen Osmanlı-ABD ilişkilerinde işbirliğinin yanı sıra çok ciddi gerginlikler de ortaya çıktı. Bunların başında Amerikalı Protestan misyonerlerinin Osmanlı topraklarındaki faaliyetleri gelmekteydi.

1819’dan itibaren Osmanlı ülkesinde kolej, hastane, yetimhane gibi kurumlar açmaya başlayan Protestan misyonerler evvela Marunî ve Ermeni cemaatlerinde huzursuzluğa sebep oldular. Akabinde açtıkları kolejlerde milliyetçi fikirlerle eğittikleri gayrimüslim tebaanın başlattığı ayaklanmalara destek verdiler. Bilhassa İngiltere Büyükelçiliği’nin Bâbıâli üzerinde kurduğu baskıyla Protestanlığın 1847’de ayrı bir “millet” olarak tanınmasından sonra Osmanlı topraklarına gelen misyonerlerin sayısında patlama yaşandı.

1875’te başlayan Bulgar ayaklanmasından 1890’lardaki Ermeni ayaklanmalarına kadar birçok huzursuzlukta Protestan misyonerlerin parmak izlerini görmek mümkündü. Hatta yaşananların tamamen Osmanlı karşıtı biçimde Avrupa ve Amerika basınına yansıtılması Amerikan kolejlerinde görev yapan misyonerlerin yolladıkları mektuplar yoluyla gerçekleşiyordu. “Korkunç Türk” (Terrible Turk), “Cahil Türk” (Unspeakable Turk) gibi olumsuz klişelerin ortaya çıkışlarına misyonerler doğrudan katkı sağlamıştı.

Bâbıâli aldığı tedbirlerle bu olumsuzlukları gidermeye çalışsa da başarılı olamamıştır. Osmanlı-ABD ilişkilerine yeni bir bakış açısını ise Sultan II. Abdülhamid getirdi. Onun dış siyasetinin en önemli unsurlarından biri, “Avrupa içindeki hasımları, Avrupa dışındaki dostlarla dengelemek” olarak biçimlenmişti. Bu çerçevede bir yandan Japonya’yla sıcak ilişkiler geliştirmeye çalışırken, artık sanayileşmesini tamamlayarak büyük güçler arasına girmeye başlayan ABD ile de yakınlaşmak hedefleri arasındaydı.

Bu politikaya uygun olarak II. Abdülhamid tahta çıktığı günden itibaren bir yandan ABD başkanlarıyla kişisel dostluklar geliştirmeye çalışırken, İstanbul’daki ABD elçilerine de daha önce olmadığı kadar sıcak davranmaya başladı. ABD ile yakınlaşmak için fırsatları değerlendirmek isteyen Sultan, karaya oturan bir Amerikan savaş gemisinin kurtarma masraflarını şahsî hazinesinden ödeyerek, ABD’de çıkan orman yangınlarından veya depremlerden duyduğu üzüntüyü mektupla ABD başkanlarına bildirerek, Washington’a kıymetli hediyeler yollayarak ilişkileri geliştirmeye çalıştı.

Bu çabalar her ne kadar II. Abdülhamid’in istediği ölçüde bir karşılık bulmasa da tamamen sonuçsuz da kalmadı. Mesela ABD elçisi Amerikan basın organlarına mektuplar yollayarak Sultan hakkındaki olumsuz haberlerin gerçeği yansıtmadığını ifade etti. 1893’te ABD’de sahneye konulan ve Hz. Muhammed’e (sas) hakaretler içeren bir tiyatro oyunu da II. Abdülhamid’in ricası üzerine bizzat ABD Başkanı Cleveland’ın devreye girmesiyle sahneden kaldırıldı. Mısır’daki Urabi (Arabi) Paşa isyanı sırasında yine II. Abdülhamid’in talebi üzerine ABD sorunun çözümü için arabuluculuk yaptı.

II. Abdülhamid döneminde Osmanlı-ABD ilişkilerindeki diplomatik işbirliği örneklerinden biri de Filipinler’deki Müslümanlarla ilgili hadiseydi. 1898’de İspanya’yı yendikten sonra Filipinler’i ele geçiren ABD Sulu ve Mindanao’da yaşayan Moro Müslümanlarını bir türlü denetimi altına alamıyordu. İspanyollar gibi Amerikalıların da kendilerine dinî baskı uygulayacağını düşünen Müslümanlar, ABD işgalini kabul etmemiş ve ayaklanmışlardı.

ABD Başkanı McKinley bütün Müslümanların Halifesi olan II. Abdülhamid’in bu isyanın sona erdirilmesinde ABD’ye yardım etmesini talep etti (Mart 1899). ABD Elçisi Oscar Strauss Sultan Hamid’le yaptığı görüşmede, ABD’nin Filipin Müslümanlarına baskı uygulamayacağını, zira ABD anayasasının bütün dinlere saygı ilkesini içerdiğini anlattı. Elçinin, bir Osmanlı heyetinin Filipinlere gönderilerek Sulu Sultanını ikna etmesi talebini geri çeviren II. Abdülhamid, bunun yerine Hac mevsiminde (Nisan-Mayıs 1899) Mekke’ye bir telgraf yolladı. Telgraf Hac için Mekke’de bulunan Sulu Müslümanlarına ve onlar eliyle de Filipinler’e ulaştırıldı. II. Abdülhamid Sulu Sultanı’na hitaben yazdığı mektubunda, Müslümanların ABD işgal kuvvetlerine karşı sürdürdükleri mücadeleyi sona erdirmelerini isterken, Amerikalıların İslam dininin gereklerinin yerine getirilmesine müdahale etmeyecekleri teminatını verdi. Mektup Filipinler’e ulaştıktan sonra Sulu Sultanı ile ABD işgal kuvvetleri komutanı arasında bir ateşkes anlaşması imzalandı. 1902’ye kadar herhangi bir gerginlik yaşanmadı. ABD askerleri ile Müslümanlar arasında çatışmaların yeniden başlaması üzerine bu kez II. Abdülhamid ABD elçisine, yaşananlardan dolayı Müslümanların büyük zarar gördüğünü, bu durumdan rahatsız olduğunu, isterlerse Filipinler’e bir Osmanlı heyeti gönderebileceğini iletti. ABD Hükümeti bu teklifi reddetti. ABD’nin bu kez Sultan’dan yardım almak istememesinin arkasında başka bir gerginlik yatıyordu.

“İzmir’i topa tutarız”

1890’larda Osmanlı-ABD ilişkilerini en fazla meşgul eden konu Amerikalı misyonerlerin desteğiyle çıkan Ermeni ayaklanmalarıydı. II. Abdülhamid’in ABD başkanlarıyla geliştirmek istediği kişisel diyalog da büyük oranda bu mesele yüzünden istenen seviyeye ulaşamamıştı. Aksine iki devlet çatışmanın eşiğine geldi.

1895’te Maraş ve Harput’ta yaşanan Ermeni ayaklanmalarının bastırılması sırasında ayaklanmaya lojistik destek sağlayan Amerikan kolejleri de zarar görmüştü. ABD olaylar sırasında Kürt aşiretleri tarafından tahrip edilmekle birlikte, Osmanlı askerinin olup bitenlere göz yumduğu gerekçesiyle Osmanlı Devleti’nden 100 bin dolarlık bir tazminat talep etti. Osmanlı hariciyesi, sözkonusu binaların ayaklanmanın başlangıcında Ermeni isyancılar tarafından yakıldığını raporlarla ortaya koyarak, tazminat talebini geri çevirdi. Bunun üzerine Amerikalı misyonerler çok sayıda mektup yazarak hem ABD basınını, hem de ABD Kongresi’ni Osmanlı Devleti’ne karşı tahrik ettiler. Senato Aralık 1895’te bir karar alarak ABD Başkanının, Türkiye’deki Amerikan vatandaşlarının can ve mallarına yönelik eylemleri hakkında bilgi vermesini istedi. ABD Başkanı Senato’ya, üç savaş gemisinin Osmanlı limanlarına gönderildiğini ve Amerikan vatandaşlarının can güvenliğinin sağlanması için Bâbıâli’ye baskı uygulandığını, ayrıca Harput ve Maraş kolejlerinin uğradığı zararın da tazmin edileceğini bildirdi.

Bu dönemde ABD Kongresi’nde bazı senatör ve milletvekilleri yaptıkları konuşmalarda ve aldıkları kararlarda tazminatın Osmanlı’dan zorla alınması, Payitahtın Ermenilerin yaşadığı bölgelerde reform yapmaya zorlanması, hatta ABD’nin askerî kuvvet kullanarak bağımsız Ermenistan’ın kurulmasına yardımcı olması gibi konuları öne çıkarttılar. Aynı dönemde kurulan Ulusal Ermeni Yardım Komitesi (National Armenian Relief Committee) Doğu Anadolu’daki olaylarda zarar gören Ermeniler için ABD kentlerinde yardımlar topladı.

1896’dan itibaren ABD hükümeti her fırsatta Harput ve Maraş kolejleri için tazminat ödenmesi talebini yineledi. İstanbul’un silah zoruyla “ikna edilmesi” için donanmaya hazırlık talimatı verildi. ABD Dışişlerinin İstanbul’daki büyükelçilerinden Çanakkale Boğazı’ndaki kalelerin ve tahkimatın bir haritasının edinilip Washington’a göndermesini istediği belge ABD arşivinde bulunmaktadır. 1897’deki Osmanlı-Yunan Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın Yunanistan’dan savaş tazminatı almasını fırsat bilen ABD, kendi tazminatının bu paradan ödenmesini talep etti. Fakat 93 Harbi’nden (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) kalan alacağı için harekete geçen Rusya, ABD’den önce davranarak Osmanlı’dan bu parayı aldı.

Sultan Hamid Amerikalıları çeşitli yollarla oyalayarak sözkonusu tazminatın ödenmesini geciktirdi. Mesela bir Amerikan gemi inşa şirketiyle savaş gemisi alımı için pazarlık başlatan II. Abdülhamid, sonuç alınana kadar tazminatın ödenmeyeceğini bildirdi.

1898 savaşında İspanya’ya karşı elde edilen galibiyetle ülkesinin artık “emperyal bir dünya gücü” olduğu hissini taşımaya başlayan ABD Başkanı McKinley 1900 yılının başından itibaren tazminat konusunda daha sert adımlar atılmasını istedi. Nitekim o yılın sonunda bir ABD savaş gemisi İzmir limanına demirledi. Topları limana dönük bekleyen savaş gemisinin üst rütbeli mürettebatını İstanbul’a davet eden II. Abdülhamid, onlarla yaptığı görüşmede tazminatın ödenmemesi durumunda İzmir limanının bombalanabileceğini kesin biçimde anladı. Bunun üzerine bir süre daha diplomatik görüşme ve pazarlıklar yürütüldükten sonra Haziran 1901’de ABD’nin talep ettiği tazminat ödendi.

Tazminatın ödenmesi, Ermeni meselesinden kaynaklanan gerilimi tamamen ortadan kaldırmadı. Bir sonraki ABD Başkanı Theodore Roosevelt zamanında 1904’teki Ermeni ayaklanmaları sırasında bazı başka Amerikan kolejlerinin zarar görmesi ve ABD vatandaşı olan Ermenilerin tutuklanması üzerine bir Amerikan filosu İzmir’e gönderildi.

12 Ağustos 1904’te İzmir’e demirleyen Amerikan savaş gemilerine ABD Başkanı Roosevelt tarafından, Osmanlı Devleti’nin Amerikan vatandaşlarını serbest bırakmaması ve Amerikan kolejlerinin faaliyetlerine izin vermemesi hâlinde İzmir limanını bombalamaları talimatı verilmişti. Konunun ciddiyeti İstanbul’u bir kez daha ikna etti. Amerikalılara gerekli sözler ve teminatlar verildi. Amerikan filosu da 15 Ağustos’ta İzmir’den ayrıldı. Bu dört olay Osmanlı-ABD ilişkilerinin inişli çıkışlı seyrini ortaya koyuyor.

1790’lardan 1917’ye dek süren ikili ilişkiler ticaretten sosyal alana, eğitimden turizme, Yahudi göçünden arkeolojik faaliyetlere çok geniş bir alanı kapsıyor. Osmanlı-ABD ilişkilerinde çok az çalışılan başka bir konu da aynı dönemde Osmanlı vatandaşlarının ABD’deki faaliyetleridir. Bütün yönleriyle incelendiğinde Osmanlı-ABD ilişkilerinin, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki ilişkilere olumlu ve olumsuz birçok miras bıraktığı görülecektir.

Prof. Dr.Çağrı Erhan , İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Öğretim Üyesi