Lili Marlene Efsanesi ” Mavi Melek ”

Lili Marlene, Marlene Dietrich efsanesi
Lili Marlene, Marlene Dietrich efsanesi

Lili Marlene, Marlene Dietrich efsanesi, Alman sinemasının ilk sesli filmi olan 1930 yapımı “Mavi Melek” filminde sanatçının canlandırdığı “Lola Lola” karakteriyle başladı. Bu filmden sonra Marlene Dietrich’in adı artık “Mavi Melek”tir. İşte dönemine damga vuran efsanevi yıldızın yaşam üyküsü.

Marie Magdelene Dietrich 1901 yılının 27 Aralık günü Berlin’de saygın ve hali vakti yerinde bir ailenin ikinci kızı olarak hayata gözlerini açar. Babası polis, annesi ise Berlin’e 19’uncu yüzyılın başlarında taşınarak mücevher işine girmiş ve başkentin önemli muhitlerinden Unter den Linden’de bir dükkân sahibi olacak kadar zenginleşmiş kalburüstü bir ailenin kızıdır. Babasının genç yaşta ölümünün ardından Küçük Marie, Viktoria Louise kız okuluna kendisinden 1.5 yaş büyük ablasıyla aynı zamanda başlar. Cihan Harbi yıllarında annesi Marie’yi, Goethe ve Schiller’in şehri Weimar’daki seçkin bir kız yatılı okuluna gönderir. Çıldırmış bir dünyanın içindeki korunaklı bu kültür ve sanat vahasında, usta hocalardan keman ve Alman kültürünü öğrenecek olan Marie, evlerine geleneksel Alman kültürünün “erdemleriyle” donanmış olarak dönmeleri amacıyla yollanmış genç kızlara katılır.

Daha Berlin’deyken başladığı keman yeteneğiyle başta Weimar’daki genç ve yakışıklı keman hocası Reitz olmak üzere herkesi etkilemeye başlar. Kısa süre içerisinde dostluğa dönüşen bu öğrenci öğretmen ilişkisi, öğretmeninin Marie’yle cinsel ilişkiye girmesiyle sonuçlanır. Bir skandaldan çekinen anne, Marie’yi apar topar okuldan alır. 18 yaşında Berlin’e geri dönen, artık hayatı ve özgürlüğü anlamaya başlamış bir genç kızdır.

Çok geçmeden Berlin’de birbiri ardına açılan kabare kulüplerinin müzisyen arayışının farkına varan genç Marie, annesinin bu tür riskli mekânları hiç onaylamamasına rağmen gösteri dünyasının tehlikeli ve cazip sularında yüzmekten kaçınmaz. Kabarelerde, orkestra çukurunda keman çalmakla başlayan kariyeri, gerek sahneden ışık saçan karizması, gerekse göz kamaştırıcı bacak güzelliği ile önce koro üyeliğine, sonra da Almanya’nın en tanınmış kabare yıldızlığına taşıyacaktır Marie’yi. Palazlanmakta olan sinema endüstrisi ne tiyatronun, ne de diğer sanat dallarının sağlayamayacağı yükseklikte bir maaş vaat etmektedir genç ve güzel yeteneklere. Adını, şöhretli bir yıldız için daha uygun olduğunu düşündüğü Marlene’ye çeviren Marie Magdelene, Berlin’in en iyi oyuncu okulu olan Max Reinhardt’ın atölyesine yazılır.

Öğrencilerin davet edildiği bir seçmede tanıştığı yönetmen yardımcısı Rudolf Sieber, Marie’nin onu film çevreleriyle tanıştıran danışmanı, sevgilisi ve nihayetinde tek kızının babası ve tek resmi eşi olacaktır. Evlendiklerinde Rudolf 26, Marlene ise 21 yaşındadır. İlişkileri bir süre sonra herkesin kendi hayatını serbestçe yaşadığı serbest bir evliliğe dönüşür. Yaşamları boyunca kimi zaman başka kıtalarda ayrı ayrı, kimi zaman birlikte yaşayacak bu çift, her zaman büyük bir sevgi ve dayanışmanın hâkim olduğu bir dostluğu paylaşır. Rudolf hayatının geri kalanını, Rus bir dansçı olan Tamara Matul ile Dietrich’in de onayladığı bir aşk yaşayarak kızlarıyla aynı çatı altında geçirecektir. Marlene ise kendisine şöhretli erkekler ve kadınlardan oluşan artık efsaneleşmiş bir âşıklar listesi edinecektir.

Aşıklar listesi

Bu listede kimler yoktur ki… Ernest Hemingway, John Wayne, Edith Piaf, Kirk Douglas, Frank Sinatra, Errol Flynn, George Bernard Shaw, John F. Kennedy, Gary Cooper, Douglas Fairbanks Jr., Maurice Chevalier, James Stewart, Erich Maria Remarque, Jean Gabin, Greta Garbo, Mercedes de Acosta ve daha niceleri. Dietrich’in en büyük aşkı II. Dünya Savaşı’nın siperlerine dek süren, fırtınalarla dolu ve kesintili ilişkileri süresince şiddetli bir tutkuyla bağlandığı ünlü oyuncu Jean Gabin’dir.

Listedeki en sansasyonel ilişki ise kamuoyundan gizli yaşadıkları ve ancak yakın çevrelerine detaylarını fısıldadıkları Greta Garbo ile olan maceradır. Avrupa’dan gelip Hollywood’u fetheden İsveçli diva, sessiz sinema devrinin idolüdür. Onunla aynı yolu izleyerek Hollywood’u fetheden Marlene ise sesli sinema devrinin. Birisi gitmekte olanın sembolüdür. Diğeri ise gelmekte olanın.

Efsaneyi başlatan film

Efsaneyi başlatan film Marlene Dietrich efsanesini başlatan, Alman sinemasının ilk sesli filmi olan 1930 yapımı “Mavi Melek” filminde canlandırdığı Lola Lola karakteridir. Dietrich’in yönetmen Josef von Sternberg ile çekeceği ve filmografisinde çok önemli yer tutan yedi filmden ilki olan Mavi Melek’in (Der blaue Engel) deneme çekimlerine seçileceğine dair bir inancı olmadan gelen Marlene, bu halet-i ruhiyeyle sergilediği dünyayı umursamayan Lola Lola yorumuyla yönetmenin gözüne girip rolü kapar. Von Sternberg de, Dietrich’in yolunun kesiştiği tüm önemli erkeklerin başına geldiği gibi onun girdabına kapılır. Marlene Dietrich bu filmden sonra, aslında Lola Lola karakterinin şarkı söylediği gece kulübünün adıyla, “Mavi Melek” adıyla anılacaktır artık.

Von Sternberg – Dietrich ikilisinin aynı yıl içinde çektikleri ABD yapımı, Türkiye’de “Yanık Kalpler” adıyla gösterilen “Morocco” da Mavi Melek’in seyircilerde yarattığı heyecan dalgasını devam ettirir. Başrolü paylaştığı Gary Cooper’la da beklendiği gibi bir ilişki yaşayan Dietrich bu filmdeki rolüyle hayatındaki ilk ve tek Oscar’ına aday gösterilirken film hafızalara skandallar yaratan bir sahneyle kazınır: Smokini ve şapkasıyla erkek kıyafeti içinde şarkı söyleyen Marlene, izleyiciler arasındaki bir kadını dudaklarından öper. Bu sahne, sinemada bir başrol oyuncusunun kendi cinsinden birini ilk öpüşü olarak tarihe geçecektir. Sahneyi dönemin acımasız sansür kurallarından kurtarmak da, sürekliliğe dair çekime yaptığı akıllıca bir müdaheleyle sahneyi kesilemez kılan Dietrich’e düşer. Sırasıyla “Dishonored”, efsane “Şanghay Lily” karakteriyle izleyicileri büyülediği gişe canavarı “Şangay Ekspresi” ve aslında senaryosunu Dietrich’in yazdığı, ancak oyuncunun sansür kuruluyla başı derde girmesin diye von Sternberg’in imzasını taşıyan “Sarışın Venüs” (Blonde Venus) filmlerini çeker ikili.

İlişkileri altıncı ortak filmleri olan “The Scarlett Empress”in çekimleri sırasında Sternberg’in haddinden fazla sert ve talepkâr tavırları yüzünden bozulur. Gişede de son derece başarısız olan film, ikilinin son çalışması olacakken, Sternberg Dietrich’i son bir kez daha beraber çalışmaları için ikna edecektir.

Böylece Dietrich’in kariyerindeki en sevdiği film olan 1935 yapımı “The Devil is a Woman” ortaya çıkar. Bu süreçte iktidarı ele geçirmiş olan Naziler, Hitler’in özel talebiyle Dietrich’in anavatana dönmesi ve Almanya için filmler çekmesi için diplomatik kanallar aracılığıyla tüm imkânları seferber ederler; çılgın paralar söz konusudur. Ancak Nazilerin içyüzünü Atlas Okyanusu’nun her iki yakasında en erken anlayan kişilerden biri Dietrich’tir; tüm teklifleri reddeder. Mazeret olarak da yönetmen olarak bir Yahudi olan von Sternberg’le çalışma isteğini gösterir.

Amerikan toplumunun 1929’da başlayan ve “Büyük Bunalım” adı verilen ekonomik çöküşü takiben “sabun köpüğü” filmlere yönelmesi ve Avrupalı yıldızların hâkimiyetindeki “femme fatale” türü karakterler içeren eserlerden giderek uzaklaşması üzerine, Dietrich’in von Sternberg sonrası dönemde çektiği filmler gişede başarısız olur. Aynı dönemde, küçük sinema salonları sahipleri organizasyonunun başındaki Harry Brandt, çöküş dönemlerinin vazgeçilmez eşlikçisi yabancı düşmanlığının örneklerinden birini sergileyerek, gazetelere “Amerikan sinemasını zehirleyen Avrupalılar”ı istemediklerine dair ilanlar verir.

Bu sırada ABD vatandaşlığı için başvuran ve artık Nazilerin kara listesinde yer alan Dietrich’in esas meşguliyeti, gelmekte olan korkunç beladan Avrupa’da yaşayan ailesini korumaktır. Kocası ve kızını ABD’ye, yanına getirmeyi başaran Marlene, Avusturya sınırında gizlice buluştuğu kızkardeşi ve annesini durumun vehametine ikna edemez. Bu sırada 1937 yılı yapımı “Melek” (Angel), Dietrich’in filmlerinin süregelen gişe başarısızlığının son halkası olmuş ve Paramount sözleşmesini feshetmiştir.

Sinema kariyeri bitme noktasına gelen Dietrich’i kurtaran “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabının ünlü yazarı Erich Maria Remarque olacaktır. Dietrich ile aşk yaşamakta olan Remarque bir kovboy komedisinde oynaması durumunda “daha Amerikalı” olacağını söyler. Bu tür filmlerde oynamaktan o zamana kadar kaçınmış olan Marlene, “daha Amerikalı olmam, Nazilerle daha iyi mücadele edebilmem anlamına gelecekse bu işte varım” diyerek başrolü James Stewart’la paylaşacağı projeyi kabul eder. Böylelikle II.Dünya Savaşı’nın başladığı karanlık 1939 yılı, Dietrich’in “Destry Rides Again” filmiyle Hollywood’da yeniden doğuşuna şahit olacaktır. Savaş yıllarını gişede başarılı, ancak sanatsal yanı son derece tartışmalı bir çok filmde oynayarak geçiren Dietrich’in bu seçimlerinin altında yatan gizli bir amaç vardır.

Avrupa’dan ABD’ye insan kurtarma operasyonunu finanse etmek… “Mavi Melek”in senaryosunun alındığı kitabın (Professor Unrat) yazarı olan Heinrich Mann ve kardeşi edebiyatçı Thomas Mann da bu kurtarılan göçmenler arasındaki isimlerdendir. ABD’nin savaşa girmesinin ardından arkadaşlarıyla beraber açtığı “Kantin” adlı mekânda savaşa gidecek askerlere son bir güzel uğurlama yapmak için gençliğindeki kabare şovlarına geri dönen Marlene, hayatındaki önemli erkeklerin bir bir savaşmak için okyanus ötesine gitmesiyle ağır bir bunalıma girer. Ancak bu depresyondan çıkış da disiplinli bir polis kızına yakışır şekilde olur. Gönüllü olarak orduya katılan yıldız yeni vatanının saflarında, anavatanına karşı savaşmak için önce Kuzey Afrika’nın, sonra da Avrupa’nın yolunu tutar. Gittiği her cephede şarkıları ve şovuyla askerlere moral veren Marlene, fırsat buldukça ziyaret ettiği sahra hastanelerinde yatan Alman askerlerinden de şefkatini esirgemeyecektir.

Mussolini faşizminin yenilmesiyle özgürlüğüne kavuşmuş Roma’daki kutlamaların da yıldızı olan Marlene, Nazilerin onu vatan haini ilan etmesinden de, yakalandığı takdirde kendisini bekleyen korkunç sondan da korku duymadan Belçika cephesinin siperlerinde üzerine düşen görevi yapmaktan kaçınmaz. Bu arada bir yandan büyük aşkı Jean Gabin’in izini savaş alanlarında sürerken, kendisine inci kabzalı bir tabanca hediye eden General Patton’la aşk yaşamaktan da geri kalmaz. Dietrich’in unutulmaz sesiyle söylediği “Lili Marlene” şarkısı savaşın her iki tarafındaki askerler için bir ağıt olurken, öfkeden çılgına dönen Goebbels “savaş karşıtı bu yoz ezgi”nin Almanya’da çalınmasını yasaklayacaktır.

Patton’ın kuvvetleriyle beraber Alman topraklarına giren Dietrich’in, “bu yıkılmış, harabeye dönmüş şehirleri görmekten nefret ediyorum, ama Almanya başına gelen her şeyi hak ediyor” şeklindeki cüretkâr açıklaması, bu yenilmiş halkın vicdanında derin yaralar açarken, Marlene duvarın yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesi sürecine kadar doğduğu topraklarda hep protestolarla karşılanacaktır. Toplama kamplarını gezerek, inanılmaz vahşetin izlerine tanıklık etmeye ilk cesaret edenlerden biri olan Marlene ise savaşın başlamasından çok öncesinde başlayıp, sonuna kadar süren tüm Nazi karşıtı olmasının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görür. Açlık ve sefalet içinde perişan bir halde bulduğu 69 yaşındaki annesi Wilhelmine’yi kalp krizinden kaybedene kadar beraber çok az vakit geçirebilirler. Ne yaparsa yapsın bir şekilde ülkesinin kaderinden kaçamamış olan Marlene, duygusal olarak yıkılmış orta yaşlı bir kadındır artık.

Asla pes etmeyen Marlene büyük aşkı Jean Gabin’le beraber Paris’e yerleşir. Dietrich, Gabin’in, “ya Hollywood, ya ben” restini görerek ABD’ye küllerinden bir kez daha doğmak üzere dönünceye dek dillere destan bir dönem yaşar.

1948 yılında Billy Wilder yönetmenliğindeki “A Foreign Affair” filmindeki Erika von Schlütow rolüyle Mavi Melek günlerine adeta geri dönen Marlene, hem eski bestecisi ve dostu Friedrich Hollaender’in şarkılarıyla, hem de oyuncu olarak kariyerinin en başarılı performanslarından birine imza atar. 1950 yapımı Alfred Hitchcock filmi “Stage Fright”, 1957 yapımı Bily Wilder filmi “Witness for the Prosecution” ve 1958 yapımı Orson Welles filmi “Touch of Evil”, Dietrich’in artık yaşlanmaya başladığı, ancak emekli olmayı kabullenmeyerek kendini yeniden oyunculuk yeteneğiyle kanıtladığı önemli filmler olarak sinema tarihindeki yerini alır.

1961 yılı yapımı yıldızlarla bezenmiş kadrosu, ödüllü senaryosu ve Stanley Karamer ‘in usta yönetmenliğiyle unutulmaz “Nuremberg Duruşması” filmi ise 60 yaşındaki Dietrich’in en zor performansı olur.

Gençliğinde şarkıları ve fiziğiyle bir sahne sanatçısı olarak sinemaya geçen Dietrich, yaşlılığında sinemadan zorunlu olarak uzaklaştı; Marlene efsanesinin başladığı yere sahnelere döndü. Las Vegas’tan başlayıp Paris ve Londra üzerinden dünyayı gezen Dietrich, 74 yaşında Sydney’de sahnede düşüp ayağını kırınca hayranlarıyla son kez buluşmuş olur.

1978 yılında Berlin’de çekilen “Schöner Gigolo, Armer Gigolo” filmindeki tek gerçek Berlin’li oyuncu olan Dietrich’in sahneleri artık yaşamakta olduğu Paris’te çekilirken, kariyerinin bu son filminde Marlene ve Berlin’i birleştirme konusu kurgu odasında halledilir.

Paris’te büyük aşkı Jean Gabin’le yaşadığı apartmanı görebildiği pencereli dairesinde inzivaya çekilerek anıları ve hayranlarından gelen mektuplarla yaşlanan Marlene, her zaman zor, ama doğru bildiği yolu seçmesinin gururu ve bu uğurda ödediği en büyük bedel olan kızı Maria’yı çoğu zaman annesiz, yalnız ve ilgisiz bırakmış olmanın vicdan azabıyla 91 yaşında hayata veda eder. Ölümünden 10 yıl sonra, doğduğu ve bütün hayatı boyunca kimi zaman acıyla kimi zaman da özlemle sevdiği şehir olan Berlin, onu onursal hemşerisi ilan eder.